Mittwoch, November 13, 2024

Mad'ın Öyküsü

Alnından dökülen terleri kolunun yeniyle silen Azad önünde dönerek kızaran eti keserken bile, yolun karşı tarafında bulunan, geniş camekânlı, içi olduğu gibi görünen ekmek fırınında çalışan Helen’e bakıyordu. Helen siyah saçlarını her zamanki gibi arkadan bağlamış, kâkülünü de yüzünü yarım örtecek şekilde yanına salmış, Azad’dan habersiz işini yapıyor, kasada müşterileri bekletmeden yolluyordu.

Helen’in kâküllerini salmış hâline baktıkça Azad’ın aklına, Abzu’da uzaktan seyre daldığı köknar ağacı altındaki Tanrıça İnanna geliyordu. Doğrusu bu hâli uzun zamandır devam ediyordu. Gözleri nereye baksa Helen’in çalıştığı fırının camına kayıyor, o yöne bakmaktan kendisini alamıyordu. Neden baktığını soran olsa, verecek cevabı dâhi olmadan sadece bakıyordu. Bazen Helen’in gözetlendiğini, fark ettiğini bile düşündüğü oluyordu. Helen o yöne bakmamak için özellikle dikkat gösteriyor olmalıydı. Yoksa, neden yolun karşısındaki imbise bir kere olsun kazayla bakmıyordu? Belki de Azad’ın onu kesmesinden rahatsızdı. Azad ise her şeyi göze alarak inatla bakmasını sürdürüyordu. Helen Azad’a kızıyorsa bile haklı sayılırdı. Çünkü iki yıldır komşu işyerlerinde çalışıyor olmalarına rağmen birbirlerini sadece uzaktan tanıyorlardı. Bazen Azad fırına gidip pasta alıyor, bazen de Helen imbise gelip döner alıyordu. Göz göze geldiklerinde gözlerini kaçırıyor, başka yerlere bakıyorlardı. Azad o anlarda nefesinin tıkandığını hissediyor, Helen’e belli etmemek için kendisini zorluyordu. Aralarında geçen en uzun konuşma; birbirlerinden alışveriş yaptıklarında diğer müşterilere söyledikleri gibi “Ne istersiniz?” ile başlayıp “Teşekkür ederim” ile biten cümlelerden ibaretti. İkisi de birbirini tanımasa bile bu kadarını da söylemeselerdi zaten yaptıkları işe yazık etmiş olurlardı.

Azad bir süre sonra Helen’in kendisine kızgın olduğunu düşünmeye başlamıştı. Kendisini suçlu insanlar gibi hissettiğinden onunla konuşmak istiyordu ama nasıl konuşacaktı? “Lütfen bana kızma” diyecekti ama, nasıl ve neden? Hatta niçin kızmayacaktı? Kızması için ne sebep vardı? Zaten sebebini merak edip soran mı vardı? Belki de Helen’in hiçbir şeyden haberi yoktu ve kızmıyordu da. Helen “Nereden çıkardın bunu?” derse ne cevap verecekti? Kaldı ki, Helen’e gözleri ile ilgili düşüncelerini nasıl anlatmaya başlayacaktı? Helen inanır mıydı ona? Bırak Helen’i kendisi bile inanır mıydı? Aklına sürekli Helen’i gördüğü o ilk gün geliyordu.

Helen karşıdaki fırında işe başladığı ilk gün çocuksu neşesiyle gülerek imbise gelmiş “Merhaba ben Helen, Yunanlıyım! ” demişti. Azad onu gördüğünde dona kalmış, gözlerini ondan alamamıştı. Sanki karşısında durup gözlerinin içine bakan İnanna idi. Yıllar sonra burada tekrar göreceğini hayal bile etmediği o gözler, karşısında durmuş ona bakıyordu. Helen ise Azad’ın durgun hâliyle nereye baktığının farkında bile değildi. Oysa Azad o an hasretini çektiği kayıp İnanna’nın büyülü gözlerine baktığından konuşurken tutuluyordu. O anın sarhoşluğunda kendinden geçmiş ve içinden; “Dükkâna kimse girmesin, bu an hiç bitmesin” diye yalvarıyordu. Azad hiç direnmeden kendini kapıldığı duygu selinin akışına bırakmıştı. Sanki, İnanna’nın gözlerine o ilk baktığında hissettiği duyguları şimdi aynen yaşıyordu. O ilk gördüğü an yaşadığı duyguları aklından çıkaramıyordu. Helen ile ilk göz göze geldiğinde: “Sanki parlak güneş ışınlarının dağların tepesinden ovaya yansıması gibi loş imbisin içi aydınlanmıştı. Helen’in gözlerinden etrafa parlak ışıklar saçılmış, gözbebeklerinde yıldızlar parlamıştı. Helen’in gözlerinin etrafında parlayan ışık nur gibi tüm gövdesini sarmıştı. Hayretler içinde Helen’in gözlerine bakmaktan kendini alamayan Azad, sanki o an Helen olmuş ve onun gözlerinden kendisini görmüştü. Helen’in gözlerinde parlayan yıldızlar ayna gibi Azad’ın gözbebeklerinde yansırken o an bitsin, hiç istememişti. Gözlerinin çok güçlü bir büyüsü vardı. Nasıl olduysa o gün, İnanna karşısına dikilmiş ve gözlerinin içine bakmıştı. Şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemeden Helen’in gözlerinin büyüsüyle nehirde akıntıya bırakılmış sal gibi kendisini hayallerin duygu seline bırakmıştı. O kısacık an sanki asırlardır aralıksız sürmüştü. Sanki o gözlerin içinde parlayıp kayan yıldızlardan bir tanesi de Azad olmuş, gökyüzünden düştükçe düşmüştü. Helen, Mad’ın üflediği büyülüdilden daha âhenkli bir sesle onunla konuşmuştu. Konuşan ses, İnanna’nın sesiyle aynıydı ama ne Helen İnanna idi ne de Azad Mad‘dı. Belki de başka bedenlerde yeniden dirilen ruhların karşılaşmasından ibaret bir renkkarnasyon yaşanmıştı…”

Azad bunu nasıl ispatlayabilirdi? Helen’e anlatmaya kalksa belki de Azad’a “Delisin!” diyecekti. Helen’le konuşabilmek, duygularını anlatabilmek görünüşte imkânsızdı.

Azad imbisteki işinden sonra halka hizmet işlerine koşuyordu. İşten paydos etmek hiç istemiyordu çünkü, asıl sıkıntısı ondan sonra başlıyordu. Kendisine yalnız kalacak ve Helen’in gözlerini düşünecek fırsatı ancak, gece yarılarından sonra yatağına uzandığında yakalıyordu.

Sanki hâla tapınakta Ram’ın yanındaydı ama Ram yoktu. İnsanlar da büyü yapması için ona geliyorlardı. İnsanlar sadece istiyorlardı, vermek ise, tıpkı tanrılar gibi yalnızca Azad’ın göreviydi. Daha lise yıllarında arkadaşları hatıra defterine “Sen gelecekte bizim imamımız, liderimiz olacaksın!” diye yazıyorlardı. Öğretmenleri “Büyük Adam” diyordu. Medresede ders okuduğu şeyhler ise “Senin yıldızın parlak, çok meşhur olacaksın” diye onu bu yaşama motive etmişlerdi. Ta o zamandan başlamıştı tanrılaşmaya ve her isteyene vermeye.

Giderek günleri daha sıkıcı geçmeye başlamıştı. Sık sık insanların sözleri kulağında çınlıdığından artık, yaptığı çalışmalardan da zevk almaz olmuştu.
“Azad, bu iş nasıl olacak?”
“Bir daha ki toplantıya kadar bu mesele çözülürse iyi olur.”
“Sen çok iyi bir insansın.”
“Kitlemiz eskisi gibi değil, yeni şeyler yapmalıyız!”
“İnsanlar ne çabuk değiştiler, bir tek sen değişmedin.”
“İyi ki sen burdasın.”
“Herkes seni takdir ediyor.”
“Beni yanıltmayacağını biliyordum. Zaten bu yüzden sana geldim.”
“Sen hiç yıkılmadın, helal olsun.”
“Bir yandan sisteme kafa tutarken, diğer yandan kadının ve çocukların esiri olamayız.”
“Sen yaparsın, sana güveniyoruz.”
“Bir savaşı kaybetmek tüm savaşları kaybetmek olmadığı gibi, bir savaşı kazanmak da tüm savaşları kazanmak değildir!”
Evet, ama insanlar savaşları kaybettikçe hırslanıyor, kazandıkça da iştahlanıyorlar. O andan itibaren kazanmak da kaybetmek de birer tapınak değil miydi? İnsanlar ne zaman “Yeter!” diyeceklerdi? İnsanların istekleri ve beklentileri kulağında çınladıkça “Yeter!” diyordu “Kaçacağım buradan.”
Yine kulağında yankılanan sözlerin ardı arkasının kesilmediği bir anda başını ellerinin arasına aldı ve “Gideceğim!” diye söylendi. “İzimi kaybettirebileceğim bir yere gidip kendimi bulmalıyım, özgür olmalıyım. Burada hayal kuracak zamanım bile yok. Hiçbir şey yapmasam bile insanların sorunlarına kafa yormak tüm vaktimi almaya yetiyor. Ben onlardan ne kadar kaçsam onlar beni buluyor, kendimle baş başa bir an yalnız bırakmıyorlar. Şu yarım kalan işleri de tamamlayıp gideceğim, başka yolu yok. Giderken bile herkesi memnun etmek zorundayım, şu sıkıntıya bak! Benden başka kimin umurunda? Beni bu tapınak kültürlü toplumda girdap gibi içine çeken ne? Bu güne değin kaç tapınaktan kurtuldum, bundan da kurtulmalıyım. Mad’ın köyü Arge bile buradan daha özgürdü. Memleketi saymasam, yalnız burada on iki yılımı bu insanlara verdim. Yuva kurup dağıttım, tek kişilik hücrelerde hapis yattım, hâlâ verdikçe alıyorlar, aldıkça istiyorlar, doymak bilmiyorlar.”
Sabah olunca imbiste çalışmasına devam ediyordu. Uruk’tan farksız bu kentde huzur bulabildiği tek yer burası kalmıştı. Gerçi insanlar onu iş yeri de olsa rahat bırakmıyor, istemeye devam ediyorlardı. İşinden çok insanlarıyla ilgilenmek zorunda kalıyordu ama yine de karşıda fırında çalışan Helen’e bakıp seyretmesi yüreğini yatıştırıyordu. Önce içinden “Az kaldı, en fazla üç ay sonra kaçıyorum buralardan,” diye geçiriyor ardından da  “Eğer ben, bu ben olmasaydım ve burada huzur içinde kalabilseydim ölünceye kadar fırında çalışan Helen’i seyretmeyi isterdim. Sadece seyretmeyi, hiç konuşmadan ve kimseye bir şey söylemeden,“ diyerek kendi kendine hayıflanıp duruyordu.

Tıpkı, “Mehtabı seyreden insanın onu sahiplenmeyi aklına bile getirmeden yüreğini huzurla doldurması gibi ” niçin Helen de bir mehtab olamasın ki? Giderken nasılsa yanında Helen’i götüremezdi. Bunun tapınağı beraberinde götürmekten ne farkı kalırdı? Buna rağmen acı bir hüznü de yüreğinde yaşıyordu. İnanna’nın gözlerini tam da bulmuşken yine kaybetmek üzereydi. Mad da İnanna’yı kurtardığında böyle hüzünlenmişti. İnanna’nın tanrısal güçlerine yeniden kavuştuktan sonra her şeye rağmen eski sevgilisi Tammuz’a dönerken, Mad’a verdiği hüzün gibi. O gözleri bir daha göremeyebilirdi. Helen’i değil ama keşke gözlerini beraberinde götürmenin bir formülü olsaydı. Deli olmalıydı, neler düşünüyordu böyle? Olmayacak işlere kafa yormak aptallık değil miydi? Gidecekti buradan ama Helen’e veda bile edemeden. Zaten iki yabancı sayılırlardı, neden veda etsin ki? Ne manası olacaktı ki? Veda etse bile Helen’in bir kuru “Güle güle!” demekten başka ne sözü olacaktı? Hem de veda etmeden giderse ardından bırakacağı kalbi kırık ve ona dargın onca insan varken. Yine de Helen’in kendisine bakıldığını fark ettiğini ve yanlış şeyler düşünüyor olabileceğini aklından çıkaramıyordu. Kalkıp da “Beni yanlış anlıyorsun Helen, ben sana ne sevdadan ne de iştahtan bakmıyorum, yalnızca yıllardır göremediğim ve özlediğim İnanna’nın gözlerini taşıdığın için bakıyorum.” diyemezdi ya. Bu daha da saçma olurdu. Kimseyi ne kendine ne de İnanna’nın gözleri masalına inandırabilirdi. Hatta insanlar ona güler, alaya bile alırlardı.

Bazen günlerce Helen’in yüzünü göremiyor, gözlerine bakamıyordu. Yine de ümitle karşıda çalışan Helen’in net seçilemeyen suretine bakmaktan kendisini alamıyordu. Gitmek zamanı yaklaştıkça bu kentden kopması zorlaşıyordu. On iki yıldır yaşadığı kentten giderken aklında yalnızca Helen ve İnanna’nın gözleri vardı. Önce “Ya evliyse? Ya kocası kızarsa?” ardından “Ne olursa olsun!” diyordu. Sonunda duygularını Mad’ı ve İnanna’nın gözlerini yazacağı bir romanla anlatarak Helen’e vermeye karar verdi.

Yazmaya başladığında ise garip bir durumu fark etmişti. İnsanlar ondan her şey bekliyordu, roman yazmanın dışında. İnsanlar ondan iyi bir baba, iyi bir eş, iyi bir evlât, iyi bir arkadaş, iyi bir hizmet, iyi bir yoldaş, iyi bir işçi, iyi bir sanatçı ve hatta toplumsal kurallara uyum sağlamış iyi bir vatandaş olmasını bekliyorlardı ancak, hiç kimse ondan Azad olmasını ve roman yazmasını beklemiyordu. Yazdığı romanı okumak bile istemeyecek, “Bu da nereden çıktı?“ diyeceklerdi. Onların Azad’dan tek bekledikleri; Azad’ın kendisini sınırlamadan hizmet etmesi ve onları tek tek memnun etmesiydi. Onlara roman yazdığını söylemesi bile abesti. Bu yüzden yazdığı romanı onlardan gizliyordu. Onların dünya kadar işleri, sorunları vardı. Bunca sıkıntı arasında kalkıp bir de roman mı okuyacaklardı? Roman okumak onlara daha çok gümüş mü sağlayacaktı? Azad hele önce onların işlerini halletsin de nasılsa romanını başka gün yazardı. Azad onlara yaptığı hizmetin ve onlardan gördüğü saygının esiri olmalıydı! Tanrının kendilerine uzanan elini tutmayı yeterli görmeyen insanlar âdeta tanrının bizzat mülkünü ve kudretini istiyorlardı. Tanrı Enki kadar kurnaz bu insanlar Azad’a kendileri gibi yaşamayı dayatıyorlardı. Başkalarını memnun etmek mutlu olmak için yeterli sayıldığından Azad da onlar memnun oldukça sevinmeliydi. Tüm tapınaklarda bunu öğretmiyorlar mıydı? Azad bile yıllarca bunu okumamış mıydı? Azad da böyle inanmıyor muydu? Şimdi oyun bozanlık etmenin ne manası vardı?

Mehmet Ünver, Mehmet Unver, Mehmet Uenver

Günlerce insanlardan fırsat buldukça gece uykularını terk ederek yazmaya başladı. Yazıyordu ama hâlâ bunu Helen’e nasıl ve ne diyerek vereceğini bilemiyordu. Belki de her şey gizli kalsa daha iyi olurdu. İçinden bir ses “Gider ayak başına belâ açma!” derken diğer bir ses “En azından ona baktığından dolayı seni suçluyorsa, ya da yanlış anlıyorsa özür dilemiş olursun!” diyerek, yazmasını emrediyordu.

Mad’ın hikâyesi çok uzundu ve kısa zamanda bitmesi mümkün değildi. Azad vaktinin daraldığını düşündükçe umutsuzluğa kapılıyordu. Helen kendisi için yazılan romanı hiç öğrenemeyebilirdi. O zaman hem İnanna’nın gözlerine, hem Mad’a hem de romana yazık olurdu. Bari romanın ilk ve son bölümlerini yetiştirip gitmeden önce vermeye çalıştı.

Romanın ilk ve son bölümlerini bitirdikten sonra bir zarfa koydu ve Helen’e vermek için zaman kollamaya başladı. Sorun şimdi de nasıl ve nerede vereceğindeydi. Helen’i kahve içmeye davet etse ve ona birkaç sözden sonra verse iyi olurdu ama ya Helen yanlış anlar ve davetini kabul etmezse, o zaman ne olacaktı? Helen bu kez kesin kırılacak, bir daha onu görmek bile istemeyecekti. Azad o zaman ne yapacaktı? İçinde büyük tasalar ve hayal kırıklığıyla, nasıl kopacaktı buralardan? Gittiği yerlerde nasıl katlanacaktı? Güzel bir anı ile vedalaşmak umudu cehennem duygulara dönüştüğünde asıl o zaman ne yapardı? “En iyisi birkaç satır yazı yazıp, zarfın içinde birlikte vereyim.” diye düşündü ve yazmaya başladı.

“Değerli Helen!

Biliyorum bu hareketim sana çok manasız gelecek ama kendimi yapmak zorunda hissettim. Eğer hoşuna gitmediyse, şimdiden özür diliyorum. Yine şayet kızıyorsan, burada yazdıklarımın hepsini okumak zorunda da değilsin, at gitsin! Zaten benim için önemli olan buraya kadardı, bundan sonrası o kadar da önemli sayılmaz.

Yaklaşık iki yıldır görüşmemize rağmen, birbirimizi hiç tanımıyoruz. Seninle tamamen iki yabancıyız, gerçek ismini bile bildiğimden emin değilim. İçimde büyük bir sıkıntı var. Üç ay zarfında buralardan gidiyorum, giderken bu sıkıntıyı da beraber götürmek istemediğim için bunları yazıp sana verdim. Belki de sana baktığımın farkındasın ve bana kızıyorsun. İşte bu sıkıntı, buralardan gitmemi güçleştiriyor. Gideceğim yere de bu sıkıntıları taşımak istemediğim için anlatmaya karar verdim. Ancak, birkaç saatlik sohbet ya da birkaç sayfalık mektupla anlatılması güç bir iş. Daha net anlaşılsın diye sana Mad’ın romanı ile anlatmaya karar verdim. Romanın birinci bölümünü ancak yazabildim. Önümüzdeki üç ay boyunca devam etmek için neredeyse hiç vaktim olmayacak. Ben de merak etmeyesin diye son bölümden bir kısmını da ekleyerek sana veriyorum. Hiç farkında olmasan da beşbin yıl sonra bir Sümer Rahibini yeniden dirilttiğin için sana müteşekkirim.

Her şeyin gönlünce olmasını umuyor, hayatın boyunca başarılar diliyorum.”

Ertesi gün caddeler olağan dışı hareketliydi. Bir gece evvel yağmaya başlayan kar hâlâ beyaz bir örtü gibi kentin sokaklarında duruyordu. İnsanlar yeni yıla girerken birbirine hediyeler almayı severdi. Yılın son günlerinde alışveriş yapan insanlar caddelerde birbirine sürtünmeden yürüyemiyorlardı. Bir gün sonra yeni yıla girilecek, bir yıl daha tükenecekti ömürlerinden ama onlar yine de sevinecek gerekçeler buluyorlardı. Tıpkı Mad’ın köylülerinin yaptığı gibi her sene bunu tekrar ediyorlardı, manasını düşünmeden ve hiç kafa yormadan. Halbuki dünya hâlâ Mad’ın köyü kadar savunmasızdı. Her şeye rağmen insanların yüzü gülüyor, neşeli hâllerini gelecek yeni yıla taşınacak bir umut gibi koruyorlardı.

Elinde tuttuğu kapalı zarfla tüm gücünü toplayarak girdiği fırıncı dükkânında Helen’e yaklaşan Azad bu sefer pasta almak için gelmemişti, onun niyeti farklıydı. Ne istediği sorulduğunda, İnanna’nın gözlerine son defa baktığının bilinciyle, ruhsuz, mahçup ve kısık sesiyle elindeki zarfı “Sana yeni yıl hediyesi!” dediği sırada tezgâhın arkasında duran Helen’in eline uzattı.
Helen “Bu nedir?” diye şaşkın bir tebessümle sordu.

“Bir roman. Okuyunca anlarsın!” dedi Azad, yine korkak bir dille.
Heyecandan bacakları titreyen Azad’ın arkasını dönüp bir an önce dışarı çıkıp oradan uzaklaşmaktan başka düşüncesi yoktu. Helen’in tuhaf bakışlarından rahatsız gözlerini kaçırarak “Allaha ısmarladık!” diyerek fırından aceleyle çıkarken, ardından Helen’in “Güle güle!” dediğini duymadı bile.

İçinde bastıramadığı garip bir sevinçle arkasına bakmadan kendisini ışıklar ve çiçeklerle süslenmiş caddeye atarak kalabalığın içinde yürümeye başladı. Şehir merkezinde bazı insanların büyüleyici bir müzik nağmesinin geldiği yeri çember şeklinde sardıklarını gördü. Sesin olduğu yere yanaşıp kalabalığın arasından sıkışarak öne geldiğinde Aztek-Maya kökenli yöresel kıyafetler giymiş, Peru’lu bir grubu gördü. İnsanı tarih öncesine götüren mistik bir melodiyi çalıyorlardı. Birisi boy sırasına göre uzundan kısaya kadar yan yana bağlanmış kamışları üflüyordu.

Azad’ın gözlerinde o an Mad’ın büyülüdili canlandı. Kulakları sanki büyülüdilin melodisini duyar gibi oldu. Grubun diğer üyesi iki metre uzunluğunda, ağıza giren kısmı küçük, yerde duran ucu kocaman ve çukur, yine kamıştan boruyu üflüyordu. Üçüncüsü de insan boyunda, yaya benzeyen ağaca bağlanmış iki teli gerdirip bırakıyordu. Azad bir süre kendisini kulağında çınlayan Mad’ın büyülüdilinin melodisine kaptırdıktan sonra kendi kendine güldü ve cebinden bozuk paralar çıkartıp grubun önünde, yerde duran mendilin üzerine eğilerek bıraktı. Ardından güzel bir anıyı hatırlayan insanın tebessümü ile yürüyerek yoluna devam etti.

Reutlingen kentinin meydanındaki Marien (Meryem) Kilisesi’nin önüne gelince durdu. Yedi yüz elli yıllık kentin tarihten bu güne kalmış en değerli ve bakımlı mabediydi bu. Başını kaldırıp o dönemin gotik sanat ve mimari zevkiyle işlenmiş, çatısında yer yer gerçek boyutta, insan ve hayvan heykelleri serpiştirilmiş kiliseyi süzdü. Kilisenin kapısı üzerinde, sağında dört, solunda dört sakallı Aziz duran Mesih tam ortalarında elinde açık tuttuğu kutsal kitabı okuyordu.

Ansızın gökyüzünü hızla hareket eden kara bulutlar sardı. Meydan ıssızlaştı ve ortalığı iç ürpertici derin bir sessizlik kapladı. İşitilen tek şey uzun ıslıklar çalarak esen sert rüzgârın uğultusuydu. O andan itibaren meydanda kiliseden ve önünde duran Mad’dan başka görünen şey kalmadı. Mad rahip olduğu zaman giydiği deri hırkası ve boynunda, Ram’ın taktığı delikli parlak taştan yıldız kolyesi ile kilisenin önünde duruyordu. Heykeller ise canlanmış, oldukları yerde kıpırdıyor, başlarını sağa sola çeviriyor, Mad’ın gözlerini dikmiş, onları seyretmesine kızıyorlardı. Bir tanesi işaret parmağını Mad’a doğru sallarken, bir diğeri elindeki asayı aşağı doğru fırlatmakla tehdit ediyordu. Mad gözlerini tam da karşısında ayakta duran Mesih’e çevirdi. Mesih, elinde tuttuğu kutsal kitabın kalın kapaklarını öfkeyle çarparak kapattı ve gök gürlemesini andıran bir şiddetle “Git burdan!” diye bağırdı.

Korkmadığını anlatmak istercesine, ısrarla bakmasının ardından kiliseden uzaklaşan Mad hayli ilerledikten sonra tekrar geriye döndü. Kilisenin olduğu yöne son bir bakış fırlattı ve yalnızca kendisinin duyabildiği sesle “Yanılmışım!” diye mırıldandı “Çağlar değiştikçe insalar da, tutkuları da değişiyormuş. Değişmeyen tek şey; işte bu eski tapınaklar ve büyüleriymiş!”

Yoluna devam eden Mad, uzaktan kendisine bakan, İnanna’nın gözlerinden habersiz, karanlıkta kayboluncaya kadar yürüdü…

Views: 782

Kommentieren Sie den Artikel

Bitte geben Sie Ihren Kommentar ein!
Bitte geben Sie hier Ihren Namen ein

Der Zeitraum für die reCAPTCHA-Überprüfung ist abgelaufen. Bitte laden Sie die Seite neu.

Cookie Consent mit Real Cookie Banner